The Vulnerable Prenate - Anne Karnındaki Kırılgan Bebek
Yazar: William R Emerson
Çeviri: Uzm.Psk. Aylin Kula Güney
Anne karnındaki bebek (yani daha doğmamış olan bebek) genellikle kolay farkedilmeyen ya da kolay ifade edilemeyen birçok şekilde savunmasız bir varoluşa sahiptir. Çoğu insan anne karnındaki bebeğin herhangi bir farkındalığı olmadığını düşünür ya da varsayar ve nadiren de ona bir canlı, bir insan statüsünü atfeder. Yakın zamanda yaptığım bir geziyi hatırlıyorum. Bebek bekleyen bir anne sigara dumanı ve gürültülü insanlarla dolu bir arabada oturuyordu. O anneye henüz doğmamış olan bebeği için endişelenip endişelenmediğini, dumanın ve gürültünün bebek için rahatsız edici olup almadığını sormuştum. Cevabı, “elbette olmaz canım” daha hiçbir şeyin farkında değil, öyle düşünemez ki” demişti. Bundan daha yanlış bir şey olamaz. Son 20 yılda yapılan araştırmalar ve gelişen teoriler bizlere anne karnındaki deneyimlerin hatırlandığını ve yaşam boyu etkileri olduğunu göstermekte. Bu makalenin amacı da hayat boyu etkilerinin olabileği kimi anne karnındaki deneyimlerinin geliştiği durumları ve doğum öncesi travmatizasyonun etkilerinin anlaşılabilmesi için gerekli teorik perspektifler ile araştırma bulgularını sunmaktır. Ayrıca kişisel ve sosyal şiddet olayları son dönemlerin en yüksek düzeyinde olmakla birlikte, giderek tırmanmaya da devam etmektedir.
Anne karınında travmatizasyonunn etkileri hakkında diğer faktörler göz önüne alınmadan tahminde bulunulamaz. Anne karnındaki deneyimlerin ancak pekiştirici durumlar tekrarlandığında veya etkileşimsel travmaların sonucunda hayat boyu süren izleri kalmaktadır. Etkileşimsel travma kavramı burada yaşanan travmaların yarattıkları etkiyi biribirlerini de etkileyerek ortaya koydukları anlamına gelmektedir. İstatistiksel analizlerde de etkileşimsel demek, faktörlerin etkilerinin mevcut başka faktörlerin de varlığına bağlı olup bunlardan etkilendiği anlamına gelmektedir. Her iki anlam da, bu makalede kullanılan etkileşim kavramı açıklamaktadır. Örneğin, doğum esnasındaki sıkışma sebebi ile yetişkinlikte klostrofobi gelişmesi pek mümkün değildir. Ancak, benzer pekiştirici travmaların tekrarlaması klostrofobi geliştirilmesini daha olası hale getirmektedir.
Benim tedavi etmiş olduğum vakalardan bir tanesinde, doğum esnasında sıkışmış olan bir bebek daha sonra çocukluğunda da bir dolapta 24 saat kapalı tutulmuş ve hatta erkek kardeşi tarafından defalarca boğulmaya çalışılmıştı. Burada önemli birkaç nokta var. Birincisi, anne karnındaki travmalar daha sonraki deneyimler için “ temel” sağlamakta. Farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, yaşam deneyimlerine dönük algı eskiye ait ve çözülmemiş travmalar ile şekillenmekte. Bir bebek doğumda sıkıştığında, bu bebek daha sonraki deneyimlerini daha kıstırıcı olarak algılayabilir, ya da kıstırılmışlık hissine yol açacak hayat kararları verebilir. Bu sürece, tekrarlama ( recapitalition) adını veriyoruz. İkinci nokta ise, benzer olayların, algısal süreçlerden bağımsız olarak, doğum öncesi travmaları pekiştirebilecekleri ve böylelikle de kronik semptomlara sebep olabilir. Yukarıda örnek verilen bebeğin vakasında, çocukluk deneyimleri doğum travmasını pekiştiririr nitelikte olmuş ve kronik klostrofobiye yol açmıştır.
San Francisco’ da 1995 yılı APPPAH Kongresi’nde David Chamberlain, anne karnındaki bebeğin farkındalığı ve bilincine dair bir vaka paylaştı. Bu vakada bir bebek aminosentez geçirmekteydi. Aminosentez görüntülerinin olduğu videoda iğnenin rahime girdiği anda bebeğin iğneye döndüğü ve iğneyi uzaklaştırırcasına ittiği görülmektedir. Bir anormallik gördüklerini düşünen tıbbi uzmanlar, iğneyi tekrar tekrar enjekte etmekte, ancak bebek her seferinde yine itmektedir. Bebeklerin rahime iğne girdiğinde kaçındıklarını gösteren başka vakalar da mevcuttur. Tüm bu gözlemlere dayanarak bebeklerin anne karnında iken kendi çevrelerinde olup bitenlerin, özellikle de kendilerini bizzat etkileyebilecek olan olayların, farkında olduklarını söylemek yerinde ve doğru olacaktır.
Alessandra Piontelli “From Fetus to Child” adlı kitabında, anne karnında farkındalığa dönük birçok vakadan bahsetmektedir. Birbirlerinin oldukça farkında olan ve zaman zaman birbirleri ile etkileşimleri de olan, anne karnındaki yaklaşık dört aylık ikizleri anlatmıştır. Bu ikizlerden bir tanesi aktif olarak agresifken, diğeri uysaldı. Dominant olan ikiz ne zaman diğerini iteklese ya da vursa, diğer ikiz kendini geri çekmekte ve adeta dinlenir gibi başını plazentaya yaslamaktaydı. Doğumlarından sonra, yaklaşık dört yaşlarındayken bu ikizlerin ilişkileri yine aynı şekildeydi. Ne zaman ikizler arasında bir kavga ya da gerilim olsa, pasif olan ikiz odasına gidip, başını yastığının üzerine koyuyordu. Yine aynı ikiz kardeşi agresifleştiğinde, “güven veren oyuncağı” olarak bu yastığı kullanmakta ve onun üzerinde dinlenmekteydi. Bu çalışmadan ve diğer bir süre araştırmadan da (örneğin David Chamberlain' in Babies Remember Birth, ve Elizabeth Noble' in Primal Connections çalışmaları) görülebildiği gibi anne karnındaki bebekler bilinç sahibi varlıklar olmakla birlikte, anne rahminde başlayan davranışların hayatın ileriki zamanlarında da devam ediyor olması oldukça olasıdır.
Yıllardır anne karnındaki deneyimlerin nasıl da hatırlandığını anlamaya çalışıyoruz. Anne karnındaki dönemde merkezi sinir sistemi oldukça az gelişmekle birlikte, myelin kılıflama (sinirlerin koruyucu kılıfları) süreci de tamamlanmamış oluyor. Ancak, anne karnındaki döneme regrese olmuş ve anne karnındaki anılarını hatırlayan yetişkinlerin vermiş oldukları ifadelerin eski ve ilkel toplumlarda yaygın olduğunu biliyoruz. 1970 Avustralyalı bir tıp doktoru olan Graham Farrant doğum öncesi olayları yaşamaya ve kendi bedensel deneyimlerini kaydetmeye başladı. Doğum öncesi anılarının çoğunu doku ya da kas-iskelet düzeyinde değil de hücresel bir düzeyde yaşaması karşında oldukça şaşkınlık yaşadı ve hatırlamakta olduklarından hücresel hafıza olarak bahsetmeye başladı. 1975 yılında da İngiliz bir din bilimci ve psikiyatrist olan Frank Lake, anne karnındaki hatıraların virüs hücrelerinden kaynaklandığını, bu virüslerin doğum öncesinde travma esnasında oluşmuş olan primitive hücreler olup, travmatik anıları taşıdıklarını buldu. Anne karnındaki hatıralardan da bu nedenle hep hücre düzeyinde hatıralar olarak bahsetti. Son 5 senede hücre biyolojisi alanında çok ciddi çalışmalar gerçekleşmiştir ve tüm bu çalışmalar da hatıraların hücrelerde kodlanıyor olduğu teorisini desteklemektedir. Dr. Bruce Lipton’un 1995 yılı APPPAH Kongresi’nde sunmuş olduğu bulgular, bu noktada önemli olmakla birlikte Farrant ve Lake’in bulgu ve çıkarımlarını da desteklemektedir.
R. D. Laing ve Frank Lake (her ikisi de vefat etmiştir) in başında oldukları Avrupalı bir psikolog grubu, ilk hatıraları oluşturdukları için anne karnındaki hatıraların en önemli ve etkili olanları olduklarını onaylamaktadırlar. Bu bakış açısı Laing' in "çevre daha hayatımın en başından başlayarak bana ait hücreden itiberan kayıt altında alınmaktadır. Beni oluşturan ilk birkaç tanenin başına gelenler, bu hücre ebeveynlerimizin gelecek kuşaklarına da yansıyabilir. Işte bu ilk hücre benim “ilk genetik hafızamı” taşıyor olacaktır. " (sayfa. 30) şekilinde de ifadede bulunduğu kitabı “The Facts of Life” da da oldukça belirgindir. Laing yazısına şu ifadeler ile devam eder: En azından hayat döngümüze ait deneyimlerin hepsinin daha ilk hücreden bu yana en baştan beri absorbe edilip bir yerlerde saklanıyor olması ve belkide özellikle de en başta böyle olması bana çok hakiki geliyor. Bunu nasıl olduğunu bilmiyorum. Tek bir hücre şu an sahip olduğum milyarlarca hücreyi nasıl üretebilir? Varoluşumuz, kulağa imkânsız geliyor. Ben kendi yaşam döngümdeki embriyotik aşamalara baktığımda, bunlar bana ahenkli bir titreşimin hissini veriyor. Şu an ne hissediyorsam, ta o zaman da yine bunu hissediyordum" (sayfa 36). Frank Lake de benzer şekilde Laing'in bakış açısını yansıtmaktadır. Lake de en biçimlendirici deneyimlerin anne karnındaki, özelikle de hamileliğin ilk üç ayında gerçekleşen, deneyimler olduklarını onaylamaktadır. Aynı zamanda Amerika' da Lloyd deMause da anne karnındaki deneyimlerin sosyal kültürel ve politik etkileri hakkında yazmış, bulgularını 1995 yılındaki APPPAH Kongresi' nde de paylaşmıştır.
Yetişkin hastaları ile yaptığı geri dönük analizlerinde Lake aynı zamanda en çok etki sahibi olan olayların biyokimyasal olarak katekolamin denilen kimyasallar aracılığı ile bebek kordonundan aktarılan anneye ait deneyimler olduğunu bulmuştur. Anne karnındaki bebeğin psişik duygu ve deneyimleri, özellikle de anneye ait olan bu duygu ve deneyimleri kendine aldığı da doğrudur. Anneye ait olan duygular (ve de annenin karşısında verdiği duygusal tepki aracılığı ile babaya ait duygular) fetüsün içine sızarlar. Araştırmalar, annenin yaşadıklarını bebeğin de deneyimlediğini göstermektedir. Buna iyi bir örnek olarak şu vaka verilebilir: Bir kadının babası çocuğuna hamile kalmadan çok kısa bir süre önce vefat etmişti. Haliyle tüm hamilelik süresini, dokuz ayını depresif duygular içinde ve babasının kaybının yasını tutarak geçirmişti. Şayet bebekler annelerinin deneyimlediklerini hissediyor ve hatırlıyor iseler, bu duyguların çocukluk ya da yetişkinlik döneminde bu çocukta ortaya çıkması beklenir. Aynen bu durum da oldu.
Çocukluğunda bu bebek dönemsel olarak depresifti ve tıp uzmanları depresyona sebep olabilecek herhangi bir fizyolojik ve ya psikolojik neden bulamamışlardı (çocuğun anne karnındaki deneyimlerinin farkında bile değillerdi). Çocuk depresyona girdiğinde, mağaralarda ölmek üzere olan yaşlı adamların resimlerini (doğum öncesi psikolojide mağaralar anne rahmini sembolize etmektedir ki bu noktada o da anne karnında dedenin yasını yaşıyordu) çiziyordu. Resim çizdikten sonra bir süre kendini iyi hissediyor, ancak bir süre sonra depresyon yine geri dönüyordu. Resimleri ile dedesinin ölümü arasında herhangi bir bağlantının da farkında değildi. Depresyonu anne ve baba gerginlik yaşamaları ( anne ve babası ayrı yaşıyorlardı) ile kronik hale gelmişti. Bu gerginlik de hem babasının hem de dedesinin kaybını sembolize ediyordu. Resimlerinde bazen telaş içinde ölen adamları arayan küçük bir kız çocuğu içermekteydi. Bu kız da büyük olasılıkla onun kendi kadınsılığını, annenin içindeki çocuğu ve/ya dedenin kaybını yaşayan bir kız ikiz temsil ediyordu.
Elbette babanın kaybı ve ebeveyn çatışması gibi pekiştirici faktörler olmasa bu yasın yüzeye çıkması pek olası olmayabilirdi. Bu noktada, her ne kadar anne karnında ebeveynlerinin deneyimlerinden etkilenseler de anne ve babalarından bağımsız olarak da bebeklerin anne karnındaki döneme ait kendilerine özgü deneyimleri olduğunu vurgulamak önemli olacaktır. Bu mekanizmanın nasıl işlediği net değildir, ancak anne karnındaki bebeğin kendine özgü bir deneyimi olduğunu gösteren sayısız klinik vaka ve kişi hikâyeleri mevcuttur. Örneğin, Regrese olmuş bir çocuğun, ikizin, vakasını hatırlıyorum. Bu çocuk anne karnında iken defalarca anne ve erkek arkadaşının arasında geçen sözlü ve fiziksel şiddete maruz kalmıştı. Bu çocuk çocukluk döneminde de bu kavgaların devam ettiğini ve kavgaya maruz kaldıklarında ikizi ile birbirlerine sarıldıklarını ve sallandıklarını ifade etmişti. Kavga sırasında kendilerini bu nedenle daha rahat ve kendilerini koruyabildikleri için de akıllı hissediyorlardı. İşte belki de birbirlerini yatıştırabilecekleri bir kardeşlerinin olması bu ikizlerde evebeyn deneyimlerinden ayrışabilmeyi kolaylaştırmıştır.
Babasını hamilelik sürecinde çok kısa bir süre önce kaybetmiş olan kadının vakasında, bebek tahminen annenin yaşamış olduğu kaybın kendi de deneyimlemiş oldu. Buna ek olarak, çok kısa bir zaman sonra çok gerçek ve kişisel bir travma daha oldu. Hamileliğin erken dönemlerinde, anne sekiz haftalık hamile iken, annesin eşi anneyi ansızın bir başka kadın için terketmişti. Bu olay karşısında anne şok oldu ve derinden terk edilmiş hissetti. Tahiminen henüz doğmamış çocuğu da terkedilmiş hissetti. Çok az finansal güvenceye sahip olan bu anne, sonrasında hamileliğini sonlandırmaya karar verdi.
Çoğunlukla ucu kıvrık askı kullanarak birçok kez hamileliğini sonlandırmayı denedi. Bir çocuk olarak bebeği dönem dönem sadistik tutumlar sergilemekteydi ve kendine zarar verme davranışları vardı. Esasında sadistik eğilimi annesinin kürtaj denemelerini oldukça andırır nitelikteydi. Kendini sigara ile yakıyor ve özel bölgelerini de zaman zaman sivri metal objeler ile oyuyordu. En sevdiği sadizm objesi bir balık oltasıydı ve asla yeterince büyük bir taneyi alamamaktan dolayı da yakınıyordu. Genç bir yetişkin olarak saldırı suçundan otuz kez tutuklanmıştı ve saldırı biçimi de annesinin onu kürtaj etme şekilini andırıyordu. Çoğunlukla kurbanlarına uyurlarken saldırıyor ve saldırıken de ucunda kanca bulunan ağır bir tel örgü kullanıyordu!
Agresyon ve Şiddet; kayıp, terk edilme ve agresyon temalarının hakim olduğu pekiştirilmiş ve çoklu travmaların yol açtığı patalojik semptomlardır
Az evvel açıklanan vakada anne karnındaki bebek annesinin yaşamış olduğu yoğun kaybı ve terk edilmeyi deneyimlemiştir. Buna ek olarak, doğum öncesi narsisizim ile birlikte gelen, bir terk edilme duygusu da yaşamıştır. Yani anne kendi terkedilmişlik duygusunun içine öyle bir gömülmüş, kendi kaybının içinde öyle bir boğulmuştur ki, bebeğinin varlığını kutlayacak ne zamanı ne enerjisi vardır. Tam tersine, bebek bir fazlalık-yük ve hatta kurtulunması gereken bir şeymiş gibi algılanmıştır. Sonuç olarak da, annesinin kürtaj denemelerinin içerdiği agresyonun hayatına olan etkisini de deneyimlemiştir.
Anne karnında yaşanan travmaların doğuma iki önemli etkisi vardır. Ilk olarak doğum sıklıkla anne karnında yaşanan bir travma olarak algılanmaktadır. Örneğin, kürtaj denemelerine maruz kalmış olan bebekler de doğumu bir yok edilme çabası olarak algılayabilmektedirler. Ayrıca ölüme yaklaştıkları bir deneyimi yaşamış olan bebekler de doğumu benzer bir ölüme yaklaşılan deneyim olarak algılabilmektedirler. Yine benzer bir şekilde anne rahminde oldukları dönemde agresyon ya da şiddete maruz kalmış olan bebekler de, her ne kadar tıbbi personelin ya da anne babanın böyle bir amacı olamasa da, doğum müdahelelerini agresif ve ya şiddet içeren müdaheleler olarak algılayabilirler.
İkinci olarak da, Sheila Kitzinger’in de belgelemiş olduğu gibi, anne karnında ciddi bir stresin (travma gibi) yaşanması durumunda, doğum komplikasyonu riskinin istatistiksel olarak arttığı görülmektedir. Anne karnındaki stres ya da travma ne kadar büyük ise, doğum komplikasyonlarının ya da cerrahi müdahelelerin gerçekleşme olasılığı artmaktadır. Aslında bu bahsetmiş olduğumuz durum tam da anne karnında iken annesi babasını kaybetmiş ve arka arkaya kürtaj girişimleri olmuş olan bebeğin yaşamış olduğudur. Bu bebeğin de annesi çok uzun bir doğum süresi yaşamış ve bir çok da komplikasyon oluşmuştur. Doğum süresince bu bebeğin gelişinde yatıştıcılar, aneztezikler, forseps ve ogmenstasyon gibi birçok müdahele kullanılmıştır.
Bu bahsi geçen vakada ortaya çıkan semptomların üst üste gelen ve pekiştireç niteliği taşıyan kayıp, terk edilme ve agresyon gibi, bir çok travma sonucunda gerçekleştiğini vurgulamak gerekmektedir. Bu bebek üç aylıkken, annesi onu bebek arabasında alışverişe götürmüş, arabayı market koridorlarından bir tanesinde unutmuş ve ancak saatler sonra çocuğunun da aslında onunla birlikte olduğunu hatırlamış ve geri dönmüştür. Buna ek olarak, bu annenin erken çocukluk dönemlerinde çocuğuna karşı fiziksel şiddet uygulayan bir erkek arkadaşı olmuştur. İşte bu tekrarlanan travmaların hepsi kendini çocukluk ve yetişkinlik döneminde agresyon ve şiddet olarak ortaya koymuştur.
Doğum travmasına sebep olabilme risklerine ek olarak, anne karnında yaşanan travmaların daha sinsi etkileri de olabilir. Travmalar doğumdan hemen önce ya da doğum esnasında gerçekleştiğinde, anne çocuk bağının nitelik ve niceliğini esaslı bir şekilde azaltmaktadır. Bu azalma iki nedenden ötürü gerçekleşmektedir. İlki zihin ve bedenin savunucu bir şekilde donması, ki bu doğal bir savunma mekanizmasıdır (Bloch, 1985). Bu kendi kendini uyuşturma genellikle travma ve şok esnasında ve ya sonrasında bedenin doğal olarak salgılamakta olduğu hormonlardan kaynaklanmaktadır. Zihin ve beden körleşip donuklaştığında ve beden stresten yorgun düştüğünde, anne çocuk bağının nitelik ve niceliği azalmaktadır.
İkinci etki ise ebeveynlerin ve diğerlerinin bir travma yaşandığını kabul etme noktasında yetersiz kalmalarıdır ki, bu bağı daha da zedeler. Bir travma gerçekleştiğinde, insanları ne olup bittiğini anlamak, kabul etmek ve şokun geçip de iyileşmenin başlayabilmesi için bir anlayışın yaşanabilmesi için travma sonrasında belirli bir kritik zaman dilimi vardır. Ancak, bebeklerin kendilerine böyle bir zaman, ne yazık ki travma yaşamış oldukları bilinmediğinden ya da buna pek inanılmadığından, verilmemektedir. Benim bebeklerle yapmış olduğum klinik çalışmalarda ortaya koyduğum üzere, kabul görmemiş travmalar bebeklerde güvensizliğe yol açmakta ve bu da anne çocuk bağlanma sürecini aksatmaktadır. Bunun tam zıttı olarak, travmatize olmamış ve ya travması sonrasında kabul görmüş olan bebeklerin ne düzey ve derinlikte bağlanabildiklerine şahit olmak, bizler için son derece aydınlatıcıdır. Bu bağlanma derinliği, yoğunluğu ve süresi açısından değerlendirilmelidir. Bir kişi ancak böyle bir bağlanmaya şahit olursa, çözülmemiş ve ya kabul görmemiş bir travmanın bu süreci ne denli olumsuz etkileyeceğini görebilir.
Son 25 yılda yapmış olduğum çalışmalarda anne karnındaki travmlar, doğum travması, bağlanma ve agresyon arasında önemli ilişkiler keşfettim. İlk ilişki, doğum sürecinin bebekler için psikoloijk ve fiziksel olarak acı verici olmasından dolayı, aslında doğumun bağlanma sürecini aktif bir şekilde zarar verdiği yönünde. Çoğunlukla tıbbi muayne ve testler bebekler tarafından gereksiz ve sınırlara müdahele edici olarak algılanırlar ki, bu da neredeyse hiç göz önünde bulundurulmamaktadır. Tıbbi personel doğumdan hemen sonra bebeği anneden ayırdığında, bu da bebek tarafından sıklıkla korkutucu bir terk edilme olarak algılanmaktadır. Yoğun bakıma yerleştirilmeleri ürkütücü, yalnız, aşırı uyaranlara maruz kaldıkları, yine acı veren bir terk edilme olarak yaşanmaktadır. Anestezinin de bağlanma sürecine olumsuz bir etkisi vardır. Doğumdan saatler, hatta günler sonra bile bebeğin bedeninde kalmakta olan az miktarda da olsa anestezi kalıntıları bebekleri (ve hatta anneleri) hissizleştirmekte ve bağlanma süreci için çok daha az elverişli hale getirmektedir. Benzer bir şekilde epiduralin de bağlanma süreci itibari ile anesteziden daha üstün olduğu düşünülmekteydi ancak yapılan araştırmalar epidural alan annelerin, almayan annelere oranla çocuklarına daha az bağlanma sergilediklerini göstermiştir. Bunlar doğum travmasına dönük etkilerin sadece bazı örnekleridir. Esasında ebeveynler anne karnındaki ve ya doğumdaki travmaları yok sayarlarsa, her durumda bağlanma süreci etkilenmektedir. Genel olarak, kabul görmeyen doğum öncesi ve ya doğum travmalarının sayısı ve ciddiyeti ne kadar yüksekse, bağlanmaya olan etkisi de o kadar artmaktadır.
İkinci olarak, travmalar tedavi edilmediklerinde, bunun bağlanmaya olan olumsuz etkisi artmaktadır, çünkü travmatize olmuş bebek dünyaya karşı daha savunmacı ve kendini korumaya odaklı bir duruş sergileyecek ve bu nedenle de “dünyanın ona dokunmasına” izin vermeyecektir. Birçok ebeveyn bana bebeklerinin son derece bağımsız olduğunu ifade etmektedir, ancak bu aslında çoğunlukla o bebeklerin savunmacılığının örtük halidir. Bu bebekler kendileri iyimiş ve rahatlatılmaya ya da desteğe ihtiyaçları yokmuş gibi davranırlar. Kendileri yatıştırılma çabalarına ve ya kucağa alınmaya pek izin vermez, ya anne babayı iterek ya da onların bu çabalarını görmezden gelerek onları reddederler. Bazen de uzun bir direnç süresinin ardından sadece ebeveynlerinin onları rahatlatmalarına izin verirler.
Üçüncü olarak da, bağlanma eksikliğinin başlı başına agresyon ve şiddet yaratabileceğinin kabul edilmesi önemlidir. Bu şaşırtıcı gerçek birçok farklı araştırmacının çalışmaları ile gün ışığına çıkmıştır. Örneğin, Magid ve McKelvey (1988) yapmış oldukları çalışmalar sonucunda ciddi bağlanma sorunları yaşayan çocukların vicdan duygusu geliştiremediklerini, antisosyal ve asosyal davranış biçimlerini herhangi bir pişmanlık duygusu yaşamadan ortaya koyduklarını göstermektedir. Felicity De Zulueta (1993) bağlanma alanında yaptığı çalışmalarda şiddet içeren agresyonun zarar görmüş bağın sonucu olduğunu ifade etmektedir. Şöyle yazmıştır: "Bağlanma davranışı ile ilgili çalışmaların en önemli sonuçlarından bir tanesi kayıp gibi (bağın kaybı gibi) psikolojik travma ile yıkıcı ve ya şiddet içeren davranışların ortaya çıkışı arasındadır."Bağa ne kadar zarar gelirse, çocukluk ve yetişkinlik döneminde agresyon ve şiddetin ortaya çıkma olasılığının o kadar arttığını ifade etmektedir. Dördüncü olarak, klinik araştırmacıların gözlemlerinden sosyal agresyon ve şiddetin ortaya çıkma olasılığının doğum öncesi ve sonrası dönemlere şiddete maruz kalınması ile doğru orantılı olduğu görülmektedir. Anne karnındaki bebekler agresif ve şiddet içeren enerjiyi almakta ve bu yaşadıklarını daha sonraki yaşantılarında tekrar etmektedirler.
Şiddet ve agresyonun etiyolojik ve anne karnı ile ilişikili temellerini incelemek adına R. D. Laing, Frank Lake, Barbara Valassis, Barbara Findelsen, Stan Grof, Michael Irving dahil olmak üzere bir çok araştırmacıya çok temel bir soru sordum. Ben onlara agresif ve şiddet eğilimi sergileyen danışanlarının ne tarz regresif deneyimler orataya koyduklarını ve nelerin tedavi sürecinin başarısında temel olduğunu sordum. Çok çeşitli cevapların içinde ortak temaları şöyle sıralayabilirim: (1) anne karnında ve sonraki dönemde agresyon ve şiddet yüksekti; (2) çocukluk deneyimleri anne karnındaki travmatizasyonu yansıtır ve pekiştirir nitelikteydi; (3) agresyon ve şiddet anne karnında ve doğum sonrası çok yoğun travmatizasyon ile ilişkiliydi; (4) agresyon ve şiddet ile sıkça ilişiklendirilen temalar kayıp, terk edilme, reddedilme ve agresyondu; ve (5) bazı anne karnında ve doğum sonrası travmalar agresyon ve şiddet ile doğrudan ilişkiliydi. Bu deneyimler ileride açıklanmaktadır.
Bu araştırmaları okurken, bir kaç temel prensibi hatırlıyor olmak önemlidir. İlk olarak, tekli travmalara kıyasla çoklu travmaların agresyona yol açma olasılığı daha yüksektir. İkinci olarak, bağlanma eksiklikleri de agresyon ve şiddetle doğrudan ilişiklidir. Bağlanma eksikliğinin derecesi ne kadar yüksekse, agresyon ve şiddet olasılığı o kadar yükselmektedir. Üçüncü olarak, anne karnında kayıp, terk edilme ve ya reddedilme içeren travmalar diğer travmatik temalara kıyasla bağlanmayı daha fazla etkilemektedir ve tamamen bir bağlanma eksikiliğine yol açma ihtimali de diğer travmalara oranla daha yüksektir. Son olarak, anne karnındaki dönemde şiddete maruz kalınması da yetişkinlik dönemi agresyonu ve şiddet eğilimini büyük oranda açıklamaktadır. Eski atasözlerinden “çocuk ne öğrenirse, onu yaşar” bu noktada çok anlamlıdır. Tıpkı çocuklar gibi, anne karnındaki bebekler de “yaşadıkları şeyi öğrenirler” ve anne karnında şiddete maruz kalmış olan bebeklerin yetişkin hayatlarında bunu bizaat kendilerinin ortaya koymaları çok daha olasıdır.
Agresyon ve şiddet problemi olan danışanlar regrese olduklarında, sıklıkla hamileliğin başlayışındaki deneyim ile yüz yüze gelirler. Hemen hemen hepsi o dönemde etraflarında ve ya ailelerinde olup biten stresli olayların farkında olduklarını ifade ederler. En sık bahsedilen travmaların başında zorla cinsel ilişkiye girilmesi, manipülasyon sonucu gerçekleşen cinsel ilişki, flört buluşmasında yaşanan tecavüz, tecaviz, madde aşırı kullanımı, fiziksel zarar verme ile evlilik dışı hamilelik gibi ailesel, sosyal ya da kültürel olumsuz koşullar gelmektedir. Bu kişiler genellikle sperm ve yumurta gibi biyolojik olayları da agresyon, yok edilme, ölüm, güç ve ya reddedilme ile ilişkili olarak algılayabilmektedirler. Travmatik bir döllenme sürecine örnek olarak, bir anne kendi küçük dini cematinin dışında evililik dışı bir çocuğa hamile kalmıştı. O cemaate bu tarz şeylere dudak bükülüyor ve kınanıyordu. Anne bu noktada, onu doğurmaya karar vermeden önce, yoğun utanç ve suçluluk hissetmiş, çocuk da annenin yaşamakta olduğu utanç ve suçluluğu deneyimlemişti. Herkesin gözü önündeki aşağılama durumu oldukça düşmanca ve yıkıcı olmuştu. İşte bu da bu çocukta kendini beğenmişlik, kendi ile dalga geçme, mazoşizm ve düşmancıllık içeren kişilik örüntüsüne yol açtı.
İmplantasyon döllenmiş yumurtanın rahim duvarına yerleştiği ve embriyonun gelişimi açısından hayati önemi olan biyolojik süreçtir. Regrese olmuş danışanlar implantasyon öncesinde ve ya esnasında ölüme yaklaşmış olmanın dehşetini yaşadıklarını söylemişlerdir. İstenmediklerini ve gidebilecekleri, ait oldukları herhangi bir yerin olmadığını hissetmiş, dünyanın da güvenilemeyecek ve tehlikeli bir yer olduklarına karar vermiştir. Çoğunlukla umutsuzluğa kapılıp, öfkeyle intikam almakta, bu iki uç arasında gidip gelmekte, ya da aşırı kurtarıcı davranışlar (ya başkalarını kurtarmaya ya da birileri tarafından kurtarılmaya dönük) sergilemektedirler. Bu anlamda İsa’nın hayatı bir nevi implantasyon metaforu olarak görülebilir. “Onun yeri hiç olmadı ve O hiç bir yere ait olamadı” Ve İncil’de de bahsedildiği şekli ile “O’nun hayatı, O insanlığı kurtarsın diye O’na bahşedilmişti”.
Agresyon problemi olan bireylerin birçoğu bir ikiz kaybından bahsederler. Agresyon problemleri genelikle mazoşism ile ve/ya nevrotik öz eleştiri ile ilgilidir. Embriyo çalışmaları ikiz kaybı durumlarının sanılandan çok daha yaygın olduğunu göstermektedir. Embriyologlar döllenmelerin tekli değil de, 30% - 80% arasında aslında çoklu olduğunu göstermektedir. Gerçekten doğumu gerçekleşen ikizlerin oranının 30% - 80% arasında olması, embriyologların döllenmelerin çoğu zaman bir ikizin kaybı ile ilerlediğini sonucuna varmalarına neden olmaktadır. Bu döllenmiş yumurtanın rahim duvarına yerleşmesinden önce, o esnada ve ya bazen de sonrasında gerçekleşebilir.
İkiz kaybı yaşamış kişiler bazı ortak dinamikler sergileyebilirler. Öncelikle, tarifi güç bir kayıp, üzüntü ve öfke vardır. Bu duyguları kişi çoğunlukla içinde tutmakla birlikte, zaman zaman dışa, başka kişilere de vurulabilir. İkinci olarak, kaybın tekrar yaşanacağına dönük kronik bir korku ile yaygın bir güvensizlik duygusu vardır. Kaybetme korkusuna karşı savunma bireyin kendini başkalarından uzaklaştırması ya da bağımlı ilişki örüntülerine girmesi ile gerçekleşir. Üçüncü olarak, ilişkiyelere dönük güven eksikliğinin ya da ilişkilinin sürekliliğine dönük inancın eksikliğinde, bireyin başkaları ile olan bağı kopuk ya da nevrotik olabilir. Dördüncü olarak, “isteneni ya da benden bekleneni yapmazsam, ölürüm” hissine bağlı, aşırı bir itaat etme durumu vardır. Bu aşırı itaat durumu da, kişi sürekli başkalarını mutlu etmekten kendi ile ilgilenemez hale geldiğinden, başkalarına dönük düşmanlık ve agresyon beslemektedir. Son olarak, anne karnındaki ölüme yaklaşma ve/ya kayıp deneyimleri sadist ve mazoşist davranışlar, cani şiddet ya da sadomazoşist düşünce ve davranışlar şeklinde, kişinin kendisine ya da başkalarına aktarılabilir.
Agresif danışanlar anne karnındaki döneme regrese ettiklerinde, genellikle hamileliğin ilk öğrenildiği zamana geri dönerler ve çoğu da aslında istenmemiş ya da beklenmemiş olduklarını öğrendiklerinde çok şaşırırlar. İstenmemiş olmanın ortaya çıkması hayat boyu süren depresyon episodlarının, kendine zarar verme davranışlarının ya da agresyonun aslında anne karnındaki reddedilme durumu ile direk ilişikli olduğunun farkında varılmasına yol açmıştır. Bu çocuklar genellikle daha sonrasında sadece kendilerine güvenebildiklerini ve tüm hayatlarını aslında anne karnında bulamadıkları kabul ve sevgiyi arayarak ya da bunu bulduklarında tamamen reddederek geçirdiklerini ifade etmektedirler. Hamileliğin istenmemiş olduğu agresif danışanların oranı yüksektir ve bu durumun da bağlanma bozuklukları noktasında olası önemli sonuçları vardır. İstenmemiş olmaya verilen en tipik tepkiler çaresizlik ve umutsuzluk içine çöküş, başkalarına ve dünyanın adaletsizliğine dönük aşırı öfke ve/ya hayata dahil olmayı reddeder duruş sergilemektir.
Doğum Öncesi Evrede Agresyon
Agresyon problemi olan yetişkinlerin büyük bir çoğunluğu istemsiz bir gebelik sonucu oluşmuş oldukalarını öğrenseler de, bir kısım yetişkin de anne karnında agresyona maruz kalmıştır. Kimi yaygın agresyon türleri savaş, çete savaşı, aile içi şiddet, tecavüz sonucu hamile kalma, ebeveynlerin ve ya kardeşlerin fiziksel şiddet uygulamaları, dölyatağı zehirlenmeleri, ve/ya kürtaj girişimleridir. Bu agresyon çeşitlerinden bir ya da birkaç tanesine maruz kalmış olan anne karnındaki bebeklerin kendileri yetişkinlik dönemlerin agresyon ve şiddet gösterme eğiliminde olmak ile birlikte, bu risk maruz kalınan durumların sayısı arttıkça da artmaktadır.
Evlat edinilme travması, evlat edinilme ile ilişikli, çok geniş yelpazeye sahip çeşitli üzücü deneyimi kapsamaktadır. Çocuklar evlat edinildiklerinde, bir çeşit kürtaj travması yaşamış olma olasılıkları yüksektir. Nitekim bu çocukların kürtaj yoluyla alınmasına dönük direk müdaheleler, gerçek bir girişim olmasa da bir kürtaj planı ya da plan olmasa da bir kürtaj fikri olmuş da olabilir. Bunların her biri farklı derecelerde travmatik olabilir. Buna ek olarak, bu çocuklar tespit travmasına –discovery trauma- (hamileliğin anlaşıldığı dönemde istenmeme), döllenme travmasına –conception trauma (çocuğun döllenme sürecinde istenmeme) ve ya psikolojik zehirliliğe (çocuğun annenin gelgitli duyguları ve ya sosyo-kültürel utancı) maruz kalmış da olabilirler.
Evlat edinilme travmasının farklı dereceleri vardır. En düşük düzeyde yer alan, ebeveynlerin çocuklarını esasen isteyip de ellerinde olmayan dışsal nedenlerden ötürü evlatlık vermeye mecbur kaldıkları durumdur. Bir üst düzey, ebeveynlerin çocuk istemeyip, kürtaj düşündükleri durumdur. En üst düzeyde ise ebeveynlerin net bir şekilde çocuk sahibi olmaya karşı olup, hamilelikten ötürü öfkelendikleri, kürtaj girişiminde bulundukları, evlatlık verildikleri ve çocukların bir kaç kez koruyucu aile değiştirmek zorunda kaldıkları durumlardır.
Yukarıda bahsedilmiş oldğu gibi anne karnındaki bebekler ciddi travmalar yaşadıklarında, hayatlarında takip eden diğer olayları benzer bir şekilde algılayabilirler. Bu durum özellikle de takip eden olaylar stresli geçiş dönemlerini (doğum, ergenlik, ilk iş, yeni bir ilişki gibi) içeriyorsa ve/ya bu takip eden olaylar sembolik olarak bir şekilde travma olaylarını andırıyorsa geçerli olacaktır. Örneğin, anne karnındaki bebekler anne karnında şiddete maruz kalmışlarsa, hayattaki kimi geçiş dönemlerini (doğum gibi) sert bir şekilde yaşayabilirler. Freud bu sürece, tekrarlama adını vermektedir. Diğer bir değişle tekrarlama, anne karnındaki deneyimlerin sonrasında gelen olayların nasıl algılandıklarını etkilediği anlamına gelmektedir.
Şimdi bahsedeceğimiz vaka nispeten az olmakla birlikte kimi travlara yaşamış ve bebeğinin de sınırlı sayıda olsa da bu travmalar sonucunda doğum sürecini algılayışına etkisi olmuş, bir annenin vakası. Anne yirmisekiz yaşındaydı ve anne olmayı hiç düşünmemişti. Kendi annesi çocuk sahibi olmakta çok zorlandığından, kendisi de çocuk sahibi olup olamayacağı konusunda endişe yaşıyordu. Bir çocuğu olsun istemişti ve evli olmasalar da kendi de bu konuda çok emin olmayan erkek aradaşında bir çocuk dünyaya getirmeye karar verdi. Uzun uğraşlar sonunda hamile kaldıktan kısa bir süre sonra erkek arkadaşı hem kendine hem de bebeğe karşı sert ve acımasız davranmaya başlamıştı (çok sonralar erkek arkadaşın kendi babasının da o daha anne karnındayken onlara şiddet uygulamış olduğu ortaya çıktı). Birkaç dayak olayının ardından anne kaçmıştı. Hamileliğinin geri kalan kısmını hemen hemen “ideal ortam” sayılabilecek, güvenli ve uzak bir yerde geçirmişti. Kendine ve bebeğine karşı çok dikkatli ve duyarlı idi. Her gün meditasyon yapıyor ve evden çalışarak gelir elde ediyordu. Onu son derece destekleyen bir ailesi ve arkadaş çevresi olmakla birlikte, hamileliğinin geri kalan süreci başka stres konuları ve travma bakımından olaysız geçmişti.
Bütün gün günü doğmamış bebeği ile konuşarak, ona şarkı söyleyerek ve bağlanma egzersileri yaparak geçiriyordu. Doğumu evde gerçekleşti ve doğum sürecini herhangi bir komplikasyon olmayan, kısa ve basit olarak tanımlamıştı. Nispeden çoğunluğu olumlu geçmiş olan bir hamilelik ve kolay bir doğuma rağmen, önceki evrelere ait kötü deneyimleri onun ve bebeğinin peşini bırakmamıştı. Özellikle de bebek, doğumu son derece travmatik olarak algılamıştı (aslında anneler doğumu son derece olaysız ve basit olarak tanımladıklarında, bu çok da beklenmeyen bir durum olmuyor). Bu durum kendisini çocuğun çocukluk döneminde, hamileliğin son 3 ayına ve doğuma dönük hatıralarında ortaya koymaktaydı. Bu çocuk annesinin son üç ayda yaptığı koşuları, zıpladıkça kafası sürekli annesinin leğen kemiğine çarptığı için rahatsızlık verici olarak deneyimlemişti. Doğum esnasında yapılan masajları rızasız ve gereksiz olarak, kasılmaları da rahatsızlık verici ve sert olarak deneyimlemişti. Annesinin fiziksel acısının farkındaydı, doğumunun annesine acı verdiğini ve kendisini de annesinin koruyamadığı için suçlu hissetmişti. Kısacası, doğuma dönük tüm hisleri aslında ilk 3 ayda yaşağı çözümlenmemiş travmaların ona hissettirmiş oldukları ile örtüşmekteydi. Bu noktada, çocuklardan ve yetişkinlerden çok daha fazla olarak, anne karnındaki bebeklerin, yaşam deneyimlerini eski deneyimleri ile ilişikli olarak algıladıklarının farkında olmalıyız. Bu durum , anne karnındaki bebeklerin nörolojik olarak yetkinliğinin ya da şimdi ve buraya ait olan ile geçmişe ait gerçekliği ayırt edebilecek kadar hayat tecrübesinin olamamasından kaynaklanmaktadır. Bu makalede tarif edilmekte olduğu gibi anne karnında terk edilme, reddedilme, şiddet ve ya istismara maruz kalmış olan bebekler, bu deneyimlerini doğum süreci içinde de sıkca ortaya koymaktadırlar. Aminosentez iğneleri ve sondalar agresif ve/ya reddedici araçlar olarak algılanmaktadırlar. Anestezi prosedürleri, güçsüzleştirme ve ya zehirleme çabası olarak algılanır (ki bu da kürtaj travmasının bir yansımasıdır). Hızlandırma çalışmaları (suni sancı ile suyun gelmesi), genellikle sınırlar ihlali olarak deneyimlenmektedir. Forceps ve vakumla çekilme müdaheleleri sıklıkla, kontrol altına alma ve ya yok etme çabası olarak algılanmaktadır.
Kasılmalar genellikle bir yok etme çabası olarak algılanmaktadır. Örneğin, kimyasal ve mekanik kürtaj denemelerine (annesi az dozda siyanür içeren haplar almış ve tekrar tekrar karnını yumruklamış ) maruz kalmış bir yetişkin, bu kasılmaları kendini öldüresiye dövme çabaları olarak ve anestezi verilmesini de kendisini zehirlemeye çabası olarak algılamıştır. Bu nedenlerden ötürü tıbbi personelin doğum öncesi ve esnasına ait travmaların önemi ve alakalarını göz önünde bulundurmaları ve bebeklerin de doğum sürecinin kendisini eski travmaları ile ilişkili şekilde algılayabileceklerini anlamaları son derece hayatidir. Bu aslında kişinin hikâyesine bağlı olarak doğumun son derece travmatik olabileceği anlamına gelmektedir. Şayet bu durum bu vakada biliniyor olsaydı, tıbbi müdahaleler sadece mecburi durumlar ile sınırlandırılabilir ve ya çok farklı şekilde daha insancıllaştırılabilirdi. Yapılabilecek kimi faydalı prosedürler, örneğin bebeğin kendisine kimi prosedürler için izin istenmesi ve annesin bu noktada kendi sezgileri ile cevap vermesi, bebeklere biraz rahatsızlık ve acı hissedebileceklerinin söylenmesi, önceki travmalarına dönük empatinin geliştirilmesi, bebeklerin doğumun zor bir geçiş olduğunun ve kimi zaman yoğun ve olumsuz bazı duygular yaratabileceğini bilmeleri, doğum sonrası duyguların zor bir sürecin ardından son derece doğal olduklarının kabul edilmesi kimi olası travmaları minimuma indirecek şekilde yardımcı olmaktadır. Aynı zamanda doğumun olumlu taraflarının, doğumun getidiği mutluluk ve keyfin de hatırlanması gerekmektedir. Sadece bazı doğumlar çok zor geçmektedir ve yine sadece bazı doğumlar tamamen travmasız ve acısız geçer. Bu noktada bizlerin doğum sürecinin ortaya çıkartabileceği tüm bu insani deneyim ve duygularını kabullenmemiz gerekmektedir.
Doğum öncesi ve doğum sonrasında oluşan travmaların olabilecek en erken zamanda tedavi edilmeleri gerekmektedir. Bu, daha önce de bahsetmiş olduğumuz gibi erken dönem travmalarının hayatın ileri dönemlerindeki olayları nasıl algıladğımız ve deneyimlediğimize etki etmelerinden kaynaklanmaktadır. Şayet erken tedavi edilirse, yani gebelik süresinde ya doğumdan sonraki ilk bir yıl içinde, çocukluk deneyimleri anne karnında yaşanan deneyimlerden özgür kalmış ve de çocuklar da hayatlarını bu travmanın bağına mahkum olmadan geçirmiş olurlar. Travmanın olası etkileri farklı yerlerde açıklanmıştır (Emerson, 1992, 1994). Çözülmemiş travmalar çocukların spiritüel ve psikoloijk gelişimlerini etkilemektedir. Buna karşın travması olmayan çocuklar ya da travmaları çözümlenmiş olan çocuklar, oldukça farklıdırlar. Öncelikle o çocuklar spiritüel olarak daha gelişmiş, potansiyellerini maksimum düzeyde kullanabilen çocuklar olmakla birlikte, gelişimsel olarak da erken olgunlaşırlar. Tedavi görmemiş travmatize çocuklara kıyasla, kendilerine güvenleri daha yüksek olmakla birlikte, zeka testi sonuçları da daha yüksektir, daha empatik, duygusal olarak olgun, işbirlikçi, yaratıcı, sevgi dolu, odaklı ve farkındalık sahibi olurlar (Emerson, 1993).
Doğum öncesi ve doğum sonrası döneme ait travmaların ilerki dönemlerki olaykların nasıl deneyimlerndiğine etki ettiği gerçeği, çocukluk dönemi deneyimlerinin kendi içinde insan gelişimine bir etkisi olmadığı anlamına gelmemektedir. Tam tersine çocukluk deneyimleri çocukların kim olacağını belirleyen önemli faktörlerdendir. İşte tam da bu nedenle, çocukluğun doğum öncesi ve ya sonrası travmaların etkilerinden özgürleştirilmesi gerekmektedir. Şayet bu travmalar çocukluk döneminden önce çözülebilirlerse, çocuğun anne karnındaki dönemden bağımsız ve güvenli, güvende olan ve büyüme duygularına dönük savunmacı gücler olmadan, çocukluğunu olduğu gibi yaşama şansı olacaktır. Dahası, çocuklar kendi travmalarınından özgür kalarak kendileri olabilecek, herbiri kendine özgü insani potansiyelini, kendi kalıtsal zekasını sergileyebilecektir.
Tüm bu faydaların yanı sıra, toplumda giderek artan şiddet ve agresyon yükünden arınmış olacaktır. 1995 yılı APPPAH Kongresi’nde ortaya koyulan istatistiklere göre, şiddet ve agresyon tırmanışa geçmiş adeta bir salgın halini almıştır. Öfke yönetimi ve çözümesi konusunda uzmanlaşmış olan terapistler, her beş danışanlarından bir tanesinin ciddi derecede öfke ve kızgınlık taşıdığını ortaya koymuşlardır. Agresyon ve şiddet tırmanışta olmakla birlikte, insan hayatı, finansal sorunlar, bütçeleme konuları (hapishane, ıslahevleri ve kanunların yürütülmesi ile okul sisteminin finansal yükü) ve kurumların sağlıklı ve güvenli işleyişi adına bedelleri ağır olmaktadır. Bu şiddet duyguları kişinin kendisine ve ya başkalarına dönük olmakla birlikte, şu nedenlerden dolayı da çözümlenmesi oldukça zordur. Öncelikle, birçok terapist öfke ve kızgınlığın en derinlerde doğum öncesi ve ya sonrası travmalardan kaynaklandığını ve doğum süresi bağlanma eksikliklerin ile ilişikli olduğunun farkında değildir.
İkinci olarak da birçok klinisyen öfke ve kızgınlığın sadece konuşma terapisi ile çözülemeyeceğin farkında değillerdir. Esasında öfke ve kızgınlık, fiziksel duygusal bir boşalmayı gerektirmektedir. Üçüncü olarak da, öfke ve kızgınlık birbirinden ayrılamaz bir şekilde, öz güven eksikliği, utanç, suçluluk, güçsüzlük ve affetme duyguları ile iç içe geçmiştir. Bu kavramların iyi anlaşılmaları ve agresyon bozukluklarının tedavisinden göz önünde bulundurulmaları gerekmektedir. Son olarak, öfke ve kızgınlığın baki çözümü ilgili doğum öncesi ve sonrası travmaların çözümlenmesini, ele alınmasını, boşaltılmasını, yeniden şekillendirilmesini ve bilinç düzeyine entegre edilmesinin gerektirir. Teadavinin diğer yönleri, travmatizasyon esnasında mümkün olamayacak bir bağlanmanın sonradan sağlanması ve ya çözümlenmemiş travmalar nedeni ile engellenmiş olan bağlanmanın sağlanması gibi, yeniden bağlanmayı içermelidir. “Doğum Öncesi ve Sonrası Psikoloji ve Sağlık Derneği (Pre- and Perinatal Psychology and Health Association) , Uluslararası İlk Dönem Derneği (International Primal Association), Yıldız Vakfı (The Star Foundation) ve Emerson Eğitim Seminerleri, bu alanda çalışmalar yapan kişilerin ve uzmanların isim listesine sahiptir.
Referanslar:
Bloch, G. (1985). Body & Self. Elements of Human Biology, Behavior, and Health. Los Altos, CA: William Kaufmann, Inc.
De Zulueta, F. (1993). From Pain to Violence. London: Whurr Publishers.
Emerson, W. (1994). Trauma Impacts: Audio taped presentations. Seattle 1992, Petaluma 1992, and March 1993. Emerson Training Seminars.
Emerson, W. (1995a). "The Vulnerable Prenate." Paper presented to the APPPAH Congress, San Francisco. Available on audio tape from vicky@goldkeyendeavourscom.
Emerson, W. (1993). "Treatment Outcomes," Petaluma, CA: Emerson Training Seminars.
Emerson, W. (1995/1996). Treating Birth Trauma During Infancy. A series of five videos. Available from Emerson Training Seminars.
Laing, R. D. (1976). The Facts of Life. New York: Pantheon Books.
Magid, K., & McKelvey, C. (1988). High Risk: Children Without a Conscience. New York: Bantam Books.
0531 258 5198 (hafta içi 09:00-18:00)
Beldibi Mah. Gökbel Cad. 106. sok. Zambak Küme Evleri No:17 Marmaris / Muğla